İstanbul, tarih boyunca birçok yangına sahne olmuş. Öyle ki kentin üçte birini yok eden yangınlar yaşanmış. Bunda, 1509 yılındaki deprem sonrasında, taş binalar yerine ahşap evlerin tercih edilişi büyük rol oynamış. İstanbul’daki ilk yangın önlemi üç maddeden oluşur: Birincisi, her evde içi su dolu bir fıçı bulundurma zorunluluğuydu. İkinci olarak yine her evde bir merdiven hazır bekletilecekti. Üçüncü madde ise yangın çıktığında, mahalleden kimsenin kaçmamasıydı. Çünkü yangın söndürme teşkilatının olmadığı yıllarda, mahalleli kaçınca ortada yangını söndürecek kimse kalmıyordu! Yangınlara karşı ilk koruyucu teşkilata Lale Devri’nde rastlarız. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın emriyle Yeniçerilerden kurulan ‘Yangın Tulumbacıları Ocağı’nın mimarı Davud Gerçek Ağa’dır. Fransız asıllı olan Davud Ağa, bir Tophane yangınında ilk kez kullandığı tulumbayla ateş kusan canavarı yener. Ne var ki, II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nı kapatmasıyla bu dönem sona erer. İşte, bu tarihten sonra da meşhur mahalle tulumbacılığının dönemi başlamış olur. Günümüzde futbol takımları neyse, bir zamanlar mahalle tulumbacıları da oydu! Bugünün İstanbul’unda herkes bir futbol takımı tutuyor ve oyuncuların adlarını ezbere biliyor. 100 yıl öncesinde de tulumba takımları tutulur, tulumbacıların adları dillerden düşmezdi. Öyle ki pek çok zengin İstanbullu, işin gösterişinden yararlanmak amacıyla yüksek paralar ödeyerek, mahalle tulumbacılarının arasına girmek için uğraşırdı. Tulumba sandığı, mahallenin en merkezi kahvesinde durur ve tulumbacılar da orada beklerdi yangın haberini… Her sandığın 13-14 yaşlarında bir maskotu vardı. Tulumbacılarla birlikte yangına koşan bu çocuk, uğur sayıldığından bir dediği iki edilmezdi.
‘YALAMA VAAAR…’
Yangına gitmeden önce ölmüşlerin ruhuna Fatiha okumak usuldendi. Yangın gece çıkmış ise fenerci koşardı en önden… Yağmurlu havalarda fenercinin bir görevi de yol durumunu arkasından koşanlara haber vermekti. Fenercinin “Yalama vaaaar…” diye bağırışı, zeminin kaygan olduğunu bildirirdi. Tulumbacılar da günümüzdeki itfaiye araçları gibi ses çıkararak giderlerdi yangına… Elbette onlar, siren gibi tüyleri diken diken eden bir ses çıkarmazdı. Her sandığın kendine özgü bir narası vardı. Bu naralar övgü dolu manilerden oluşurdu. Yangın gözetleme kulesi olan Bayazıt Kulesi’ndeki gözcü, bir duman görürse aşağıya bağırırdı: “Müjde ağam, bir çocuğun olduuu!…” Bunun üzerine ağa sorardı: “Kız mı, oğlan mı?” Gözcü “Kıızzz…” diye bağırırsa, bu yangın sur dışında demekti. Yok eğer, yanıt “Oğlaannn…” ise bunun anlamı görülen dumanın sur içinde olduğuydu! Yangın haberinde bile kız çocuklarını dışlayan cehalet ateşi ancak Cumhuriyet döneminde söndürülecektir. Hareme giren padişaha hiçbir haber verilmezdi. Daha doğrusu, bir haberin dışında! O haberi vermek için bir harem ağası, tepeden tırnağa kırmızı giyinir ve eşikte bir heykel gibi hiç kımıldamadan öylece dururdu. Padişahın gözü kırmızılar içindeki bu adama ilişince tüm keyfi kaçar ve kalkar üstünü giyerdi! Evet, eşikteki görevli yangını haber vermekteydi padişaha… Hareme giren padişaha yalnızca kentte büyük bir yangın varsa duyurulurdu. Bunun da nedeni, halkın padişah gelirse yangının söndürüleceğine inanmasıydı! Ahh! Şu halk yok mu, padişahı haremden bile çıkarırdı. Ne dersiniz, Meclisimizin duvarında yazılı olan “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir!” sözü, harem kapısının iç kısmında da yazıyor olmasın!?
Yorumlar